12 Haziran 2014 Perşembe

TURUNCU ÇADIR

Sanatçı örgütlenmelerinde bir araya gelmenin benzer sebeplerinin olduğu, Turuncu Çadır' ın da aynı şekilde " Gezi " sonrası oluşan forumlardaki gibi bir ihtiyaçtan ortaya çıktığını belirtmek gerekir.
Hiyerarşik bir yapılanması olmayan bu oluşum "gezi" sonrası kültür ve sanat sektöründe var olan insanların bir araya gelmesiyle bu alandaki çeşitli sorunların konuşulması, bilgi akışının sağlanması ve bu sorunlara ortak çözüm önerileri getirmesi amacıyla oluşur.
Bu amaca bağlı olarak da zaman zaman bir araya gelen grup, toplantılar düzenleyerek gerekli görülüyorsa tartışılacak konuyla ilgili bir uzman davet ediyor.
Turuncu Çadır' ın spontane gerçekleşen bir yapısının olduğunu, herhangi bir maddi yapısının olmadığını, toplantılar için bir para gerektiği zaman bunun toplantıya katılanlar arasında toplandığını ve yine yapılanmanın hiyerarşik olmadığını, ancak, organizasyonel işleri halletmek için bir " kolaylaştırıcı ekip " olduğunu belirtmek gerekir. Bu ekip değişken, yeni birilerinin katıldığı bazen de birilerinin çıktığı bir ekip...Toplantıyı organize etmek, duyurusunu hazırlamak, konu itibariyle uzman birilerinin davet edilmesi gerektiğinde bu kişilere ulaşmak gibi bir işlevi olan ekip...
" Turuncu Çadır " adının Gezi sırasında parkta kurulmuş olan çadırın renginden geldiğini söylemeden geçemeyeceğim. Orada kültür ve sanat alanında çalışan bir arkadaş grubu olarak bir araya gelenlerin park boşaltıldıktan sonra da bu ad altında kültür ve sanat alanında bir araya gelme platformu olarak devam etmesine karar vermeleriyle 18 Haziran 2013 tarihinde ilk toplantıları gerçekleşiyor.   
Gezi' den önce de sanatçıların sorunları için bir araya gelmesine yönelik olan çabalarda TÇ içinden de bu oluşumlara katılmış olanlar var. Bu tip sanatçı örgütlenmelerinin olmaması sanatçıların haklarını aramak konusunda yalnız kalmalarına yol açmakta ve bunun getirdiği sorun çözmekteki yetersizliğin önüne geçmek de bu tip örgütlenmelerin amaçlarındandır. Gezi’ nin bir araya getirici etkisi Turuncu Çadır' ın oluşumunu sağlamıştır. Bu bir araya gelişi devam ettirici şekilde Gezi sonrası da toplanmak, bilgi paylaşımını ve kimi zaman da insanların yanında olabilmeyi sağlamıştır.
Bu oluşumla bir sonuca ulaşıldığını söylemek kolay olmasa da grubun kendi arasında bilinçlenme yaratmayı başardığı aşikardır. Örnek vermek gerekirse; Olimpiyatlar konusunda, endüstrisinin kente vereceği zararlar konusunda bilgilendikten sonra grup çevresini de bilgilendirmeyi başarmış, TÜSAK konusunda Bilgi Üniversitesi' nin yürüttüğü bir çalışmaya, Turuncu Çadır' dan birinin de katılıp düşüncelerin iletilmesini sağlamıştır.
Kolektif üretimin grubun fikirlerinden biri olduğunu ancak gerçekleşemediğini, yalnızca beraber sergi gezme organizasyonlarının yapıldığını ve bu gezilerde sanatçı ve küratörleriyle sergi salonunda konuşmanın, sorular yöneltmenin mümkün olduğu sergilerin üreticileriyle diyaloğun gerçekleşmesi, geri bildirimin sağlanması için iyi ve çok olumlu bir etkinlik biçimi olmuştur.
Bu oluşumun içinde yer alan sanatçılardan bazıları; Nazım Hikmet DİKBAŞ, Ali TAPTIK, Civan ÖZKANOĞLU, Selim SÜME, Merve ERTUFAN, Zeyno PEKÜNLÜ...
Küratör, kültür yöneticisi olarak da; Özge ERSOY, Duygu DEMİR, Elif Gül TİRBEN, Refik Akyüz gibi isimler var.
İlgilenenler için grubun internet sayfasında daha önce yapılmış bazı toplantı notlarının özetleri mevcut.

NAZIM HİKMET R. DİKBAŞ

1973' te İngiltere'nin Leeds şehrinde doğmuş, sosyoloji ve felsefe eğitimi görmüştür. Sanatçı daha önce Zen ve Hafriyat gruplarının üyesi olan Dikbaş sanat ve edebiyat alanında çeviriler yapıyor.
2007' de üç arkadaşıyla beraber Karşı Sanat' ta " İmparatorluk Hala Çöküyor " adlı sergiyi düzenlemiş, yine aynı yılda " Noktaları Birleştir " adlı sergiye katılmıştır. Hafriyat grubunun üyesi olarak Hafriyat Karaköy' ün kuruluşunda yer almış, burada düzenlenen bazı sergilere katılmıştır. Sanatçının ilk kişisel sergisi " Henüz İyi Yönlerimi Görmediniz "  Galeri Splendid' de, ikinci kişisel sergisi " Yeni Eğlenme ve Dinlenme Biçimleri " Galeri Non' da sergilenmiştir. Yine Galeri Non (2011) Extramücadele ve Dikbaş' ın birlikte düzenlediği " Nereden Gelmemiz Gerekiyorsa Oradan Gelmişizdir  " sergisine ev sahipliği yapıyor. Sanatçı 12. İstanbul Bienali' nde de çizimleriyle ve metinleriyle yerini almıştır. 3. kişisel sergisi olan " İleri Gitmeyelim " ise 2014' te Galeri Tankut Aykut' ta izleyicisiyle buluşmuştur.
Eserlerinde kağıt, kalem ve metin kullanan Dikbaş portre çizmeyi, yüz ifadelerine yönelmeyi seviyor. Çizdiği bu portrelerin gerçek kişiler olmadığını da belirten Dikbaş bunların, bir roman ya da öykünün kahramanı gibi düşünülebileceğini, karakterlerin " aklından geçeni " veya " söyledikleri şeyleri " yazdığının altını çiziyor. Metinleriyle tam bir bütünlük halinde olan portreler alışıldık olmayan sunum tarzlarıyla, hem de izleyicide uyandırdığı kavramlarla insanların " birey olma " sürecinde yaşadıklarına,günümüz insanının " ruh hallerine " gönderme yapar.
Dikbaş bu konuda; " Ben bu yüzlerin hepsini bir yerde kendim olarak da düşündüm. Bunların hepsi benim ve öyleyimdir de. Bunların hepsi aynı olmaz, ama bizim kimlik diye belirlediğimiz şey, tek frekanslı bir şey değil ki! Bir gün öylesindir, bir gün böylesindir. O yüzden de çizdiğim bu suretlerde en önemsediğim şey, onların ne söyledikleri değil; aslında kafalarından neyin geçtiği. Çünkü bu insanların çoğu aslında sessizler. Zaten bu kapsamda ben de izleyiciden bunu bekliyorum. Resimler burada, izleyici orada. İstiyorum ki hemen yer değiştirsinler. O, o olsun. Çok istediğim bir şey bu. Nasıl çizersen, neyi çizersen çiz o sensindir çünkü. Ve değilsindir de. " diyerek ifade eder.
Sanatın nerden beslendiği konusunda ön yargının büyük bir risk olacağını, bir toplumsal gruba karşı başka bir toplumsal grubun duruşunun ne olduğu konusunda herkesin üzerinde anlaştığını sanmanın ayrıca aldanma riski taşıdığını belirten sanatçı, " Yana " olduğu şeylerden beslendiğini söyleyerek her zaman " ortalarda bir yerlerde durma " yı benimsediğini gösterir.
Sergi ismine karar vermenin belirli bir aşaması olmadığını, elbette teknik sebeplerden sergi açılmadan bir süre önce karar vermenin gerektiğini söylerken bazen akla ilk gelenin sergi ismi olabileceği gibi bazen de çalışırken ortaya çıkabileceğini de ifade ediyor.

Saf algının olmadığını, her şeyi bir şekilde değerlendirerek yorumladığımızı, sanat yapıtının da sadece algıya hitap etmediğini, bunun mümkün olamayacağını, elbette çeşitli şekillerde izleyicinin değerlerinin, yargılarının, alışkanlıklarının vs. arasına düşeceğinin bilincindedir diyor.

MUSTAFA KEMAL İZ KİMDİR?

ODTÜ Felsefe Bölümü’ nden mezun olduktan sonra Bilkent Üniversitesi’ nde Medya ve Kültürel Çalışmalar programında yüksek lisansını tamamlayan İZ' in Yüksek lisans tezi, kavramsal sanattaki maddesizleşme süreciyle ilgili olmuştur. Şimdiyse YTÜ Sanat ve Tasarım Programı’ nda doktora çalışmalarına devam ediyor. Bunların dışında da sanat üzerine yazılar yazıyor ve çeşitli çeviriler üzerinde çalışıyor. 
Sergilere ilişkin yazdığı yazılarda amacının, sergiye gidecek olan izleyiciye, sanatçı ve sergisine ilişkin bir ölçü de olsa rehberlik edebilmek olduğunu, bir yapıtı ya da sergiyi sanatsal, siyasal, tarihsel, toplumsal, kültürel gibi farklı bağlamlarda yorumlayarak yapılması gerektiğini, sanat eleştirisinin çok daha derin ve kapsamlı bir çaba olduğunu düşündüğünü belirtiyor.  
Sanat eserinin nasıl tanımlanacağını ve sanatçının ne ürettiğini söylemenin filozofların, sanat kuramcılarının, sanat tarihçilerinin ve sanatçıların tüm çabalarına rağmen dört başı mamur bir yanıt veremedikleri bir soruya yanıt vermenin olanaklı olmadığını belirtse de Alman filozof Martin Heidegger' in, sanat yapıtının, sanatçının etkinliği sonucunda meydana geldiğini; sanatçının da yapıtı sayesinde, bir sanatçı olarak ortaya çıktığını belirtmesiyle bir açıklama getiriyor. " Sanatçı, sanat yapıtının; sanat yapıtı da sanatçının kökenidir. Ne sanatçı ne de sanat yapıtı bir diğeri olmadan olamaz; ancak sanatçı ve sanat yapıtı arasındaki bu ilişki, bir üçüncü etmenin varlığını gerektirir. O üçüncü etmen, diğer ikisine önsel olan ve onlara adını veren sanattır. Sanatçı sanat yapıtıyla, sanat yapıtı sanatçıyla, sanat yapıt ve sanatçı sanatla, sanat da bu ikisiyle dinamik bir ilişki halindedir. Bu ilişkiler ağı içinde sanatın ne olduğuna ve sınırlarına ilişkin kesin saptamalarda bulunmaksa kolay değildir. " diyerek devam ediyor.
Tıpkı “sanat yapıtı” gibi, “sergi” diye tek bir şeyden söz etmenin de olanaklı olmadığını; sergilerin söz konusu olduğunu hatta yalnızca sergilerin de değil; o sergileri, kendi beğeni düzeyleri, kültürel ve kuramsal birikimleri üzerinden değerlendiren alımlayıcıların olduğunu, dolayısıyla meselenin ardındaki bu çeşitliliğin, “Etkileyici bir sergi nasıl olur?” sorusuna tatmin edici bir yanıt vermeyi fazlasıyla güçleştirdiğini, ancak, “Etkileyici bir sergi” nin, içerdiği yapıtların birbirleriyle ilişki içinde olduğu, yapıtların birbirlerine atıfta bulunduğu bütünlüğü olan bir sergi olduğu, izleyicilere yeni sorular sorduran, farklı bağlantılar kurduran ve yeni perspektifler oluşturulmasına olanak tanıyan sergilerin etkileyici olarak nitelendirilebileceğini düşündüğünü söylüyor.
Sanat eleştirmeninin taraf tutmasından ziyade öznel ve görece daha nesnel yaklaşımlardan söz edilebileceğini, sonuç olarak ortada bir eleştiri ya da yorum olduğunda ve bu belirli bir kişiye ait olduğunda bunun, mutlak olarak nesnel olmasının beklenemeyeceği, eleştirmenin kendi paradigmalarına, beğeni ölçütlerine yakın olan yapıtlara ya da sanatçılara yakın durmasının da anlaşılır bir durum olduğunu düşünüyor.
Eleştiri genel anlamda olumsuz algılanan bir şeydir. Bu konuda da İz eğer eleştiri, bir şeyin yalnızca eksik yönlerini ya da fazlalıklarına ortaya koymakla kalmaz; bu eksiklik ve fazlalıkların nasıl giderilebileceğine ilişkin bir rota da çizebilirse bu şekilde algılanmayacağının altını çizerken bir sanat yapıtını değerlendirmede, sadece sanatçının niyetini veya yapıtın tek başına sergi salonunda bize ne anlattığını değerlendirmenin yeterli olmayabileceğini ifade ediyor. Meselenin bir de izleyici boyutunun var olduğunu ne var ki belirli bir yapıt bir izleyici için muğlak, bir diğeri içinse daha doğrudan olabilir derken izleyicilerin kendi dünyalarından, kendi bilgi birikimlerinden yola çıkarak yapacağı, sanatçının yapıtını gerçekleştirirken hiç aklına gelememiş veya bilincine yansımamış yeni okumalar da değerlendirmeye alınmalıdır diyor. Daha doğrudan olan, yani derdi izleyici tarafından bir çırpıda anlaşılan yapıtların, sıklıkla yüzeysel olmakla eleştirildiklerinin altını çiziyor. Kendine göre ise asıl meselenin, muğlak ya da doğrudan, yüzeysel ya da derin, bir yapıtın izleyiciyle rezonansa geçebilmesi olduğunu ifade ediyor.  
Mustafa Kemal İz' in - Sanatatak sitesinde - kendi makalesi olan " Sahtenin Ardındaki Gerçek " in yazıdaki sonuç paragrafının bir yapıtın sahte olması üzerine olan düşüncesinin özeti olarak değerlendirilebileceğini anlıyoruz:
“Etik, estetik ve ekonomik olmak üzere farklı boyutları olan sanatta sahtecilik meselesini bütüncül bir şekilde ortaya koymak adına tüm boyutların ayrı ayrı incelenmesi ve birbiriyle olan ilişkilerinin değerlendirilmesi gerekiyor. Aksi takdirde ortaya çıkan resim, yalnızca eksik değil; aynı zamanda yanıltıcı da olabiliyor. Dolayısıyla sanatta sahtecilik meselesine ilişkin tüm bu farklı görüşler, konunun göründüğünden çok daha karmaşık bir karakter taşıdığını göstermek açısından oldukça anlamlı.”

Bu bağlamda sahte olduğu bilinen bir eserden estetik bir haz alınmasının mümkün olup olmadığını ve alınan hazzın etik olup olmadığı sorusuna gelince; belirli bir sanatçının üslubunu, konunun uzmanlarını bile atlatabilecek ölçüde yansıtabilen yapıtların söz konusu olmasını ancak bu yapıtların, ait olduğu iddia edilen ressamların hakiki ürünleri olmamaları anlamında sahte olduklarının da bir gerçek olduğunun altını tekrar çizerken yapıtın ardındaki olası niyetin kötü olduğunu göz ardı edip – ki bir yapıtın sahte olduğu tescillenmedikçe böyle bir niyetin varlığından söz edilemeyeceğini – salt olarak yapıtın kendisinden yola çıktığımızda, başarıyla yapılmış; ama sahte bir resim karşısında da haz alabileceğimizi ve söz konusu resmin sahte olmasının, onu yapan kişinin becerilerini gölgelemeyeceğini düşünüyor. Ancak böyle bir olanağın varlığının, satılmak amacıyla sahte resimlerin yapılmasını, hakiki oldukları iddiasıyla piyasaya sürülmesini ve çeşitli kişilerinin mağdur edilmesini meşru kılmayacağı da bir gerçek. Diğer yandan bu meşruiyet meselesi de yine piyasanın kendi varlığından kaynaklanan bir meseledir. Başka bir deyişle, sanat yapıtlarının dudak uçuklatacak fiyatlara alınıp satıldığı bir piyasanın varlığı, “asıl para etmesi gereken” hakikilerin kopyaları olan sahtelerin, piyasa ve alıcılar için tehlike yaratmasına neden olmaktadır diyerek bu konudaki düşüncelerini de dile getiriyor.